Skip to content Skip to sidebar Skip to footer

Siyaset dili ve seçimler

Seçime sayılı günler kala bazı siyasetçiler korkularımıza bazıları ise umutlarımıza düzenli limbik atışlar yapmaya devam ediyor.

Uludağ Ekonomi zirvesinde konuşmacılardan biri de Ali Sabancı’ydı. Konuşmasında “Şefkat ve verimlilik kardeştir.” cümlesini kurdu. Etkileyiciydi. İş insanlarının şefkat dilini ve değerini artık yüksek sesle geniş kalabalıklar önünde dillendirmesi gerçekten takdire şayan. Şefkat hiçbir zaman verimliliğin önünde durmaz. Aksine şefkat onu besler ve güçlendirir… Güçlendirici liderlik sağlayan, insanları görünmeyen bağlarla birbirine bağlayan bir vizyon etrafında toplayan güven tutkalının adıdır aynı zamanda şefkat… Şefkat dili kullanmayan yöneticiler tek gözlü yöneticilerdir… Şefkat dili ağ değil bağ kurmanın dilidir… Kalplere dokunmanın, sıcaklığın dilidir… (Bu konuda daha önce burada yazdığım “Plaza dili ve seçimleri” başlıklı yazımda kibir dili ve şefkat dili arasındaki farkları ve iş dünyasındaki sonuçlarını detaylı anlatmıştım.)

İş dünyasında bu kadar önemli olan dil seçimi şüphesiz siyasette de en az onun kadar önemlidir. Seçime sayılı günler kala bazı siyasetçiler korkularımıza bazıları ise umutlarımıza düzenli limbik atışlar yapmaya devam ediyor… Hangisi başarılı olur derseniz? Konu, güç mü sıcaklık mı arasındaki ikilemi inceleyen derinliklere kadar iner.

Bundan  500 sene önce kılıç savaşları, saray entrikaları ve ihanetleri, paha biçilmez hazineler ile dolu orta çağ Floransası’nda, hanedanların düşüşüne ve Papaların yükselişine tanık olmuş, elinde muazzam bir güç tuttuğu pozisyonlarda görev almış Niccolo Machiavalli desteklemediği iktidara yeni gelen Prens’e (Kitabın aynı zamanda adıdır) zor yollardan edindiği dersleri ve tecrübeleri kağıda döküp sunmuş olsa da siyasi kariyerini kurtaramamakla birlikte yazdığı bu kitap en bilge stratejik kitaplardan biri olarak dünya tarihine geçmiştir.

Machiavalli’nin en ünlü öğretisi; korku ve sevginin göreceli yararlarına ait düşünceleridir. Sevilmek mi daha iyidir, yoksa korkulmak mı?  Kişi her ikisini de arzu etmelidir fakat her ikisini de bir insanda toplamak güçtür. Bunlar insan ilişkilerine şekil veren temel kuvvetlerdir. Machiavalli sevgidense korkuyu, sıcaklıktansa gücü, işbirlikçi bir stratejiden ziyade rekabetçi bir stratejiyi seçmeyi tavsiye etmiştir. Machiavalli’nin fark ettiği gibi güçle yönetmek ve sıcaklıkla yönetmek hayattayken uygulayabileceğimiz apayrı stratejilerdir. Bu stratejilerin birinde uzman olan diğerini geliştirme gereği bile duymayabilirler.

Günümüzde de insan psikolojisini bilenler için bu her ne kadar doğru strateji olarak benimsenmiş olsa da insanların ve sınıfların refahına ve mutluluğuna katkı sunmadığı da ayrı bir realitedir. Başkaları tarafından ciddiye alınmak (saygı) için güç, bu gücün soğuk görünmesini engellemek için de sıcaklık (şefkat) gerekir. Zor olan sadece güç yansıtabilmek değildir sıcaklığı kaybetmeden güç yansıtabilmektir. Sıcaklık yansıtmanın yolu niyeti açığa vurmaktan sahici olmaktan geçer.

Güç yansıtmayla insanların bize saygı duymasını hatta bizden korkmasını sağlayabiliriz fakat tek başına güç, bizi ancak belli bir yere kadar götürür. Saygıyı geçip hayranlığa ulaşmanız için insanlar tarafından sevilmeniz de gerekir. Sıcaklık yansıtıldığında sevgi duyarız. İyi bir liderlik için değil aynı zamanda anlamlı bir yaşam içinde sadece güç değil etrafınıza şefkat ve sıcaklık da yansıtmalısınız.

Bu aşamada coğrafyamızın insanının mizaha ne kadar önem verdiğini anımsayarak, mizah ile neyi sevdiği kadar siyaseten neyi seçtiği arasındaki korelasyonu ve ikisinin nasıl paralellik arz ettiğini   anlatarak yazıya devam edelim.  

Bu noktada konuyu biraz da değerli dostum Ali Şimşek‘in ”Yeni Orta Sınıf Sinik Stratejiler” kitabını aralayarak daha yakından irdeleyelim isterseniz.  Şimşek’e göre; ‘’1970-90 arası bizim kuşağın en önemli ve dünyanın en çok satan dergilerinden Gırgır sol ve Kemalist tonlarda, orta sınıf angajmanlarıyla küçük adamın sesi olarak mahallenin mizahını yapmıştı (Özal, zamlar, mahalle aşkları…). En sevilen kahramanı Avanak Avni’nin gözüyle sorguluyordu hayatı. Sinemada karşılığını Kemal Sunal’da bulan bir dildi bu bir anlamda… Gırgır’ın içinden genç bir kuşağın kopmasıyla başlayan 1986’da Limon’la uç veren ama asıl olarak 1991’de Leman dergisinde billurlaşan, Gırgır’dan çok farklı özelliklere sahip bir mizah oluştu. Bir öğrenci (ağırlıklı üniversite öğrencisi) dergisi olarak aynı dönemde gelişen barlarıyla, gece hayatıyla, kafeleriyle, özgür seksiyle, yeni beyaz yakalı kentli profesyonel plaza insanlarıyla orta sınıf dergilerine (Cosmopolitian, Aktüel, FHM, Esquire) malzeme ve strateji üreten, tam tersinden küçük insanı didikleyen bir mizah üretecekti. Gırgırdan “bakan küçük insan” Leman dergisiyle “bakılan” konumuna gelecekti. Mizahın okları yukarıdan aşağıya kayacaktı. Bu yeni dil yanlış işleyecek, dönemin dışlayıcılığına katkı sağlayacaktı.

Sinizm, yanlışlığını bilen ve bundan haz alan bir inançsızlık halidir. Alaycılık ve kaygısızlık ile büyük bir lezzet üretir. Leman’da uç vermiş, bugün Ekşi Sözlükte doyma noktasını yaşayan dil, insani olmayan, deneyim gerektirmeyen (biliyorum zaten), adlandırıcı, sıfat ağırlıklı bir dildir. Üstelik gizil olarak yoksullukla dalga geçme tonları taşır. Gırgır’ın saf ve idealize mahalle imgesini, keskin kenarlı “dış sesi”ni ortadan kaldırarak yuvarlak ve bombeli “iç ses” haline getirmiş, dönüşen yeni şehrin sallantılarını konu edinmişti. Küresel kent, Sex and the City efsanesinin neşeli beyaz yakalılarının 90 sonrası gelişen ironik-neşeli-sinik-bir o kadar da dışlayıcı kültürün en önemli yönünü yoksullukla dalga geçmek oluşturuyordu. 2000 yıllarına gelindiğinde bir Leman çizeri olan Cem Yılmaz’ın artık show’larından filmlerine, Ekşi Sözlük’ten İnci Sözlük’e, oradan da 1980 doğumlu çizerlerin Penguen ve Uykusuz üretimleri ile Zaytung’a kadar geniş bir alana yayılacaktı…

Alt sınıfların, sınıf ve yoksulluk alışkanlıklarının (habituslarının) görünür hale getirildiği, durumlar halinde temsil edildiği, karşılaştırıldığı, adlandırıldığı; zorunlu oldukları hayat tarzlarının ve beğenilerinin sanki seçimleriymiş gibi “kitsch” adı altında groteksleştirilerek (maganda, zonta, yurdum insanı) usulca ihbar edildiği cüretli bir orta sınıf kültürü yaratıldı. Sürekli alt sınıflar üzerinden alaycı ve adlandıran, donduran temsil biçimlerinin üst sınıfları dışarıda bırakması; hatta gizil olarak imtiyazlandıran bir dil. 90’lı yıllar dışlayıcı yüzeyi ile herhalde dünya tarihinin en çok adlandırma, durum ve sıfat üretilmiş dönemdi. Sürekli bir boşunalığı vurgulayan, adlandıran, görünür hale getiren, kod üreten, sıfat yoğunluğu yaratan ama kendini bunun dışında tutan, tuzu kuru, üstlenici bir tavır ve dil…

Günümüzde herkesin birbirini yöneteceği kodlar var artık, üretilen kodlar, deneyimi gereksiz kılacak bir ilişki biçimi yaygınlaştırılmıştı. Dışlayıcı kültüre (Beyaz Türklük) bu fazlasıyla harç taşıyacaktı. Daha sonra bir kırılma daha yaşandı.  ”sen busun” denen sürekli didiklenen maganda Recep İvedik fenomeni tüm zamanların en çok gişe yapan film serisi ile bir anlamda ”ben buyum” diye geri gelerek rövanşist bir yaklaşım sergilemeye başladı. Artık didiklenen değil beyaz yakalı yeni orta sınıfları ve kodamanları didikleyen, ”Güngörenliyim” vurgusuyla sınıfsal konumunu ifade ederek pizzayı sipariş veren değil pizzayı getiren kurye gözünden hayatı ve üst sınıfları sorgulayan bir karakter alkışları topluyordu. 80’li yılların sonunda diplomalarını alıp, 90’lı yılların yükselen hizmetler sektörüne akarak, yüksek maaşlar ile mest olmuş plaza insanlarının (yeni orta sınıf) kültürel farklılaştırma setleri ve arzu politikaları (Yoga, suşi, partiler, iletişim dili…) üzerinden hesaplaşarak mizah yapıyor bir anlamda halk kültüründe yer alan Karagöz’ü oynuyordu.”

Tüm bu işler üretilirken her ne kadar kötü niyetten asla bahsetmesek de cehenneme giden yolun iyi niyet taşları ile örülü olduğu gerçeğini yadsımak da pek mümkün değil gibi görünüyor. Mizahta görülen bu diyalektik ve yükselen yaklaşım (nereden nereye yaklaşımına paralel olarak) ülke siyasetinde de benzer seçimlerle kendini konfirme ediyordu.  

Bu sınıfsal, ötekileştiren, dışlayan, kodlayan dile son veren, insanları bir araya getiren, geliştiren ve bütünleyen siyasi söylem ve politikalara önem veren yönetim anlayışlarının öne çıkması bu seçimlerde artık tek dileğimiz. Bunun için birleştirici kalbi söylemlerin sadece seçim çalışmalarında parmaklarda değil seçim sonrası uygulanacak politikalarla da yükseltilmesi, umut aşılayan vaatlerin kürsülerde değil seçim sonrası icraatlarda da görülebilmesi en büyük temennimiz.

Netice itibariyle; bir kimsenin görünen gücü ve sıcaklığı sabit değildir ve içinde bulunulan koşullara göre değerlendirilir. Asıl idrak etmemiz gereken; Dr. Martin Luther King’in de ifade ettiği gibi; “Tarihin en büyük sorunlarından bir tanesi, sevgi ve gücü genelde birbirine zıt iki kavram olarak görmesidir. Asıl sorun sevgiden-şefkatten yoksun gücün pervasız ve acımasız olduğu ve güçten yoksun sevginin ise kırılgan ve cansız olduğudur.”

Herkesi kucaklayan, ötekileştirmeyen, umut ve şefkat dolu söylemlerin seçim sonrasında da hayata taşınacağı birleştirici bir bakış açısının siyasilerimizde yerleşmesi ve eksilmemesi dileğiyle!

Leave a comment