Skip to content Skip to sidebar Skip to footer

Uysallar

Yalnızlık insan ilişkisiyle tedavi edilemez. Yalnızlık gerçeklikle temas kurarak, kurtarıcıya ihtiyacımız olmadığını anlayarak tedavi edilebilir

Hiç mutsuz bir çiçek veya stresli bir ağaç gördünüz mü? Bir türlü rahatlayamayan bir kediyle veya öfke dolu bir kuşla karşılaştınız mı? Depresif bir yunus veya özsaygı sorunu olan bir kurbağaya hiç denk geldiniz mi? Varoluşsal sancılar çeken bir inek hiç gördünüz mü? Ara sıra olumsuzluğa benzer şeyler deneyimleyebilen ve nevrotik davranış belirtileri gösterebilen hayvanlar, sadece insanlarla yakın temas halinde yaşayan ve dolayısıyla insan zihniyle ve onun nevroz ve psikozlarıyla bağlantı kuran hayvanlardır.

Yaşadığımız gezegende insandan gayrı onu besleyen dünyaya ihanet eden ve toksik yaklaşımlarda bulunan başka bir canlı türü yoktur. Hani derler ya bir psikolog, bir psikiyatr ve bir terapist sabaha kadar insan konusunu tartışmış sonra demişler ki “Bu insan çok garip bir varlık”.

Aslında insanlar da evrensel bir akılla dünyaya gelir. İlk etapta muhteşem bir azim ve empatileri vardır. Etrafında gördüğü her şeyi izler, dinler ve taklit eder. Sevgi doludur, coşkuludur. Şimdiki zamanda ve kalbiyle yaşar. Boş bir tuval gibidir. Sonra sistemin ressamları sırasıyla görünmeye başlarlar. Ebeveynler, hocalar, eğitim sistemi, kurumlar, yöneticiler, siyasiler ve din adamları… Her biri farklı bir fırça darbesi vuruş boş tuvale. İnsan zihnini şekillendirmeye başlarlar. Adeta taş ustası gibidirler. Örülen duvarlarla neyin içeride neyin dışarıda kaldığını ilk etapta anlamak da kolay değildir. Bu duvarlar sizi şimdiki zamandan kopararak gelecek zamana, kalbinizle yaşarken zihinsel yaşama, empatiden rekabete, sevgiden endişe ve korkuya, özgürlükten de köleliğe taşırlar. Bir anda özünüzden kopup otomatik pilota geçersiniz. Örülen duvarlar çoğu zaman erken çocukluk travmalarına neden olurlar. Yüzde doksan beş zihninizde yaşamaya başlarsınız. Tek tipleşir, aynılaşırsınız. Bütünlüğünüz bozulur. Yarım kalmışlıklar, kendin olamayışlar yaşarsınız. Sizleri konfor alanlarınıza hapseder bu duvarlar. Bir süre sonra konfor alanlarınız kafeslere ve hapishanelerinize dönüşür. Sistemin duvarlarında bir tuğlasınızdır artık! Otorite başınızı okşadıkça keyif almaya başlar hale gelirsiniz. Kısaca, uysallaşırsınız!

İşte bu noktada sistemin attığı her kementle (eğitim, aile, iş, araba, ev kredisi, yeni faturalar ve sorumluluklar) dışarıdan bir şeyler alıp, onlara sahip olduğunuzu sanırken, hayatımızın herhangi bir döneminde onları kazandığımız gibi kaybedebileceğimizi de pek anlayamayız. Geçici şeyleri alırken özden çok şeyler verdiğimizi fark edemeyiz bile. Adım adım gelen sistemin bu sinsi kuşatmasını kavrayamayız. Ortam sis doludur. Sonrasında kendine yabancılaşma, varoluşsal sancılar başlar ve varoluşsal iktidarsızlığını giderme çabaları bir şekilde geri kalan hayatınızda bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde devam ede gelir. İşte tam da bu noktada bu konuları anlatan ve çok ses getiren sekiz bölümlük heyecanlı ve soluksuz izlenen bir Netflix dizisi çıkagelir. Adı da “Uysallar”.

Senarist koltuğunda ülkenin en iyi sosyal gözlemcilerinden biri olan yazar Hakan Günday yönetmen koltuğunda da Onur Saylak gibi yaratıcı ve ayrıntıların adamı bir figür oturunca haliyle karakterler yapım boyunca siyah beyaz değil gri taraflarını yansıtmakla kalmayıp muhteşem diyaloglara da kapı aralarlar. Altı ana karakterin ve altı yan karakterin zenginliği ve derinliği ile izleyiciye geçirdikleri duygular ile kendinizi banyodaki aynanızdan bile daha net görmeye ve her biri hayata açılan farklı pencerelerden tanıdık insanları hatırlamaya, bilindik duyguları tekrar hissetmeye bir anlamda dejavu yaşamaya başlarsınız… Dizide 10 yaşındaki Z kuşağı çocuktan Y kuşağı babaya ondan X/Baby Boomer kuşağı dedeye kadar herkes dünya düzenini ve burada ne aradığını sorgular.

Dizinin başkarakteri Öner Erkan’ın canlandırdığı Oktay, gebelik nedeniyle evlenmek zorunda kaldığını söyleyen, annesini ölüm döşeğinde bile aldatmış bir babanın sevgisizliği ve onu hizaya getirme hamleleriyle büyütülmüş ve otoriter ebeveyn iklimi altında uysal çocuk figürüne dönüştürülmüştür. Babanın bıraktığı yerden sistem onu alarak uysallaştırma çabalarına aile ve iş hayatı üzerinde devam ettirir. Bir sahne de “Ben hiçbir şeyi protesto etmedim” diyen Oktay iç acıtır. Baba ile annenin evde kavgalarına tanıklık etmiş, bağrış çağırışlarını duymamak için kulaklık takıp yüksek sesle punk dinleyerek büyümüş, sevgisizliğine karşı öfkesini bastırmış uysal bir profil. Ergen bir punk iken bile hiçbir zaman başkaldırmamış, o kültürü sadece taklit etmiş, yaşamamış sabah, akşam gaz müzikler dinleyip kafayı çekmiş sadece daha havalı görünmek adına. Okul ve iş hayatı sonrasında üzerine giydirilen evlilik ile bütün geçmişin üzerinin bir anda üstünün çizileceği düşüncesi içerisindeyken çocuklarının dünyaya gelmesi ve onlarında sorumluluklarının üzerine eklenmesi ile mutsuzluğunu daha da büyüterek kaybolmuş bir karakter Oktay. Gerçeklerle yüzleşmekten ziyade her uysal gibi gerçeklerden bir kaçış planı var onunda adı; Punk regresyonu ile akşamları ikinci bir hayata geçmek!

Geçmiş tarafından şartlandırılmış zihin, her zaman bildiği ve aşina olduğu şeyi yeniden yaratmaya çalışır. Acı verici olsa bile, en azından tanıdıktır. Zihin her zaman bilinene yapışır. Bilinmeyen tehlikelidir çünkü onun üzerinde kontrolü yoktur. Bu yüzden zihin şimdiki anı sevmez ve görmezden gelir. Geçmiş ve gelecek arasına zıplamaya devam eder.

Sosyal medyada Oktay’ın canlandırdığı beyaz yaka karakterini ve Punk konusunu iyi işlemediği için diziye çok eleştiri gelmiş. Ben şahsen diziyi çok beğendim.

Özellikle beyaz yakalı gerçeğini çok iyi yansıtıyor. Yağmur, Suat ve Mert karakterlerini herhangi bir plazada çok rahat bulabilirsiniz. Plaza dünyasında kimisi bedenini, kimisi ruhunu, kimisi de duygularını bırakarak zihinsel ve hedonist bir yaşamı tercih eder duruma geliyorlar. Beyaz yakalıların sisteme adapte olmak ve çektikleri kredileri ve faturalarını ödemek uğrana, özgürlüklerinden nasıl yavaş yavaş vazgeçtiklerini ve zamanla kendilerine nasıl yabancılaştıkları gayet net bir şekilde anlatılıyor. Dizinin vurguladığı gerçek şu ki; itaatkâr ve uysal bir plaza insanına dönüştüğünüzde kendi kişiliğinizden vazgeçmek zorunda kaldığınız gerçeğini hatırlamanız!

Okuduğum Oktay’ın başarılı bir mimar olup olmaması veya bir mimarın o kadar kazanıp kazanamayacağı gibi sığ eleştirilerin çok daha ötesinde bir derinlik var dizide. Gerek patronuyla ve gerekse beraber proje yürütmek zorunda kaldığı insanlarla yaşadıkları, karşınızdaki insanlar düpedüz saçmalarken makamı veya müşterisi olması nedeniyle ağzınızı açıp bir şey diyememeniz gibi beyaz yakalı olan herkesin başına gelebilecek gerçekçi sahneler.

Diziye belirttiğimiz gibi Punklardan da çok eleştiri geldi. Yeterince Punk ruhu veremediği doğru şarkılar sunulmadığı gibi. Oysa dizinin böyle bir niyeti de yok zaten. Dizi punk kurtuluştur falan demiyor, özgürlüğünü yaşamamış gençler mutlu olamaz diyor. Oktay’ın varoluşsal sancılarını gidermek için yaptığı denemeleri yansıtıyor. Karakterin punk bir geçmişi dahi yok ki punk ruhu olsun. Ailesine tepkili bir ergen gibi yasak bir şeyler yaparcasına tamamen özenti, tamamen ergenliğinde giyemediklerini giyip müsamereye giden çocuk tavırları sergiliyor. Deri ceketinin arkasına “Kaos Sevdalısı” diye olmadığı bir şeyi yazması zaten tamamen ikiyüzlü bir yaklaşım. Oktay’ın geceleri punk kıyafetiyle sokakları arşınladığı sahnelerde de hala naif, kibar, çevresindeki insanlara duyarlı kıyafet balosuna davetli bir beyefendi olarak uysal uysal yoluna devam ederken görüyoruz. Oysa bu konunun sıradan işlendiği yabancı bir filmde Oktay eczaneden çıktıktan sonra yolunu kesen ve ona gereksiz sataşan adamlarla yüzde yüz kavga eder, biraz döver biraz dayak yer daha sonra gecenin finalinde ağzı yüzü kan içinde izleyiciye gülümserdi diye içinizden geçirebiliyorsunuz. Ama ne Oktay ne de yönetmen böyle yapmıyor ezber bozuyorlar. Bu anlamda punk kıyafeti ile başlattığını düşündüğü karanlık yolculuk bir pavyonda Ankara havası ve konsomatrislerle sona ermesi hayal-gerçek çatışması adına son derece güzel ve organik sahnelerdi.

Oktay’ın eşini başarıyla canlandıran Songül Öden’in Nil karakterini ilk sahnede yatakta bir maske ile göründüğünde tanırız. Eşi Oktay plaza dünyasından kaçmaya çalışırken o da girme hevesindedir. Maske kabul için hazırlık çalışmasıdır. Her türlü estetik operasyon beyaz yakalı dünyasına tekrar kabul içindir. Nil, iyi bir üniversitenin işletme mühendisliğini bitirip evin konfor alanından çıkmak zor geldiği için ev hanımı olmayı tercih eden ama yaşlanmaya başlayınca ömrünün boş geçtiğini fark ederek yapacağı karşı hamlenin güç-düş çatışması ile yanlış tercih olacağı güzel işlenir dizi boyunca. Oktay yalanlardan sıyrılıp gerçeğe ulaşmaya çalışırken Nil tam tersi bir yol izleyerek sahte ve geçici plaza dünyasına ve sanal insanların arasına düşecektir.

Oktay’ın babasından öğrenemediği babalık, karısının küs annesinden öğrenemediği annelik nedeniyle yaşadıkları erken çocukluk travmalarını çocukları Ece ve Ege’ye aynen yaşatmaya devam ederler. Z kuşağı olarak on yaşındaki Ece besleyin beni diye hem içinden hem dışından çığlıklar atar ama duyan gören yoktur. Besleyin derken ilgiyle, bilgiyle, kültürle, sevgiyle beslemelerini bekler. Yemek ile besliyorsunuz veya elime cep teli veriyorsunuz diye itiraz eder. Aileyi ve hepimizi uyanmaya davet eder.

Ailenin, özetle kapıları kapatıp evlerine kapandıktan sonra herkesin kendi kendine farklı bir hayat yaşaması ve farklı dillerde kurdukları iletişim trafiği ile farklı yol tutuşları vardır. Dizide konfor alanlarının içinde kendi olamayanların, herhangi bir ilişkide var olma mücadeleleri devam eder. Dizide yalnızlık var, yabancılaşma var. Herkesin farklı dillerde yalnızlığını ifade edişi ve tüm negatif duyguların yukarıda sis bulutuna dönüşerek evrenlerini kuşatması var.

Dizide tabi iki muhteşem oyuncunun karakterlerini yaşatan Oktay’ın otoriter babası, emekli asker Olcay (Uğur Yücel) ve bürokrasiyi temsil eden yaşlı kurt Berhudar (Haluk Bilginer) iki ayrı güçlü kanat olarak zaman zaman devreye girerek oyun güçleri ile verilen mesajları pekiştiriyor ve yapımı büyütüyor. Birisi egoist ve sevgisiz bir babayı oynarken diğeri zorla kendisine baba dedirttirip sonra da sen bana baba dedin şimdi nasıl böyle yaparsın deyip adam azarlayan çakma baba rolünde gerçekten trajikomikler.

Klavye delikanlısı paranoyak iş arkadaşı Mert, Romantik-plaza avcısı Suat, her beyaz yakalı kadına plaza hayatında sözlü/fiziki bir şekilde taciz yaklaşımında mutlaka bulunulur diyen gerçekçi ama uysal Yağmur, aktivist ancak farkındalıksız Seher, gold-digger ama şiddete hayır demeyen yan kapı komşusu Zehra ve hiçbir şey yapmadan komün, özgürlük ve tornistan hayali içinde yaşayan ütopik Moloz diğer yan karakterler olup, rollerinin içini oldukça başarı ile dolduruyorlar.

Dizide varoluşsal iktidarsızlığı çözmeye çalışan insanlar, erken çocukluk travmaları, yabancılaşma, yalnızlık, orta yaş sendromu, kapitalist sistemin dayattıkları ve beyaz yakalıların sorunlarının altı çok iyi çizildiği gibi ekrana akan ama asla hikayenin önüne geçmeyen komşuluk ilişkileri, sığınma evleri, eğitim sisteminin çarpıklığı, popüler kültür, karikatürize bürokratik sistem, talepkar patronlar, tacizler, zorbalıklar, mahalle baskısı, tüm olumsuzluklar, toksik yaklaşımlar yukarıda birleşerek hava kirliliğini oluşturması ve insanların üzerine sis olarak çökmesi çok başarılı resmediliyor. Bu dönemde musilaj da iyi bir metafor olabilirmiş.

Dizide bazı sahneler ekrana değil, aynaya bakıyorsunuz izlenimi yaratıyor. Bazı diyaloglar var ki sanki sohbetleriniz gizli kamerayla kaydedilmiş. Bu anlamda birkaç örnek verelim;

Nil karakterinin Suat’a söylediği “Ben gerçekten ne yaptığımı bilmiyorum ama gerçekten bilmiyorum. Hiçbir fikrim yok yani. Çünkü aslında benim derdim ne biliyor musun? Bu bedenle bu akıl aynı yerde değil. Aynı mekanda değil, aynı zamanda değil. Ne zaman ayrıldılar birbirinden onu bile bilmiyorum. Ama işte ikisinin de apayrı dünyaları var. Bambaşka hayatları var. Onun için de işte, ya bu akıl birine aşık oluyor öbürü ondan nefret ediyor ya da ne bileyim biri kavga ediyor biri barışıyor, biri affediyor diğeri asla. Biri sürekli konuşuyor öteki sürekli susuyor. Ben işte bu ikisinin arasında gide gele gide gele. Ya işte araf işte araf…” cümleler modern çağ insanının kalp-akıl dengesi kurmakta nasıl zorlandığını nerde akıl nerede kalp devreye girmesi gerektiği konusunda yaşadığı çelişkiyi ve tekrar bütünlenebilme çabasını çok iyi aktarıyor.

Ece’nin abisiyle konuşurken komşusu olan kapama kızla ilgili olarak “Kapı kilitli değil ki, sevgilisi de evde yok hiç. İstese gider evden ama gitmiyor. Soruyorum; ‘sevgilim yüzünden’ diyor ama bence kendi yüzünden” sözleri ile seçimlerin ve değerlerin altını çizen bu şekildeki açık mesajların bilge yaşlılara (Dizideki Baby Boomer veya X, Y kuşaklarına) değil de, sistemin henüz tam olarak ele geçiremediği on yaşındaki çocuk üzerinden verdirilmesini (Z kuşağı) de ileriye dönük bir umut yükleme ve ayrı bir ustalık olarak not etmek gerekir diye düşünüyorum.

Oktay’ın iş arkadaşı Mert eşi Çiğdem’le olan ilişkisinden örnek verirken diyor ki; “Biz Çiğdem’le ne yapıyoruz biliyor musun, işte eve ne alınacak, araba değişecek mi, çocuk hangi okula gidecek falan bunları konuşuyoruz. Ha bir de milletin ilişkisini konuşuyoruz dedikodusunu yapıyoruz. Yani kendi ilişkimizden hiç bahsetmiyoruz hep elalemin ilişkisinden bahsediyoruz, yıllardır böyle…” Sözü de C.G.Jung’un “Kendi karanlığı ile yüzleşmeyenler başkalarının karanlığına maruz kalırlar” sözünü anımsatıyor.

Dizinin en çarpıcı sahnelerinden biri de kulaklıkla kendi dünyasında dans eden ve kamerası ile aileyi çeken kadının yer aldığı bölümlerdi. Görünürde her şey mükemmelken gerçekte her şeyin berbat ve çürümüş olması, kimsenin kimseye doğruyu söyleyecek ve yüzleşecek cesaretinin olmamasıydı. Mevcudun devamı için her türlü yalanın mübah sayıldığı bir ortam son bölüme kadar devam eder. Çoğu zaman, yangını körükleyen şey, gücendiğimiz insanlarla yüzleşme konusunda ki beceriksizliğimiz ve isteksizliğimiz olduğunu anlatır dizi. Sürdürülen yalanın bedeli artık gerçekliği manipüle etme noktasındadır ki gerçek manipüle edilemez hale gelir finalde diyerek son yorumu izleyiciye bırakalım.

80 öncesi doğmuş, 80’lerin dayatmacı zihniyetine ve depolitizasyon sürecine farkına dahi varmadan iliklerine kadar maruz kalmış tabiri caizse kanadı kırılıp uçması engellenmiş bir neslin belli bir gurubu var bu ülkede. Kaybolmuş, amaçsız hayatı boyunca motoru, dümeni olmadan sürüklenen… Bu satırların yazarı olarak kendimi de onların içine koyduğumda gayet organik ve etkileyici bir yapım çıkmış demekle kalmayıp, çekim açıları, sanat tasarımları, müzikleri, sahne geçişleri, karakterlerin derinliği, yaratıcı metaforları, zengin diyalogları ve fazla dramatize etmeden hepsini verebilmesi gibi detaylar bakımından son zamanlarda izlediğim en iyi Türk dizisi de diyebilirim. Bu arada bahse konu sistematik ile uysallaştırılan uyumlu çocuklar değil de potansiyel enerjilerini dışarı çıkarabilen doğal çocuklar var olabilselerdi ve duvarları aşabilselerdi bu sis perdesi halen bu kadar kalın olur muydu diye de düşünmeden de geçemiyorum.

Mevcudu muhafaza etmek, konfor alanlarımızda kalmak, içimizdeki dip dalgaları bastırmak ve uysalı oynamak adına hepimiz nasıl da “mış gibi” roller yapıyoruz belki de? Nasıl da kendimiz olmuyoruz en kendimiz olduğumuzu düşündüğümüz zamanlarda bile?

Farkındalık, öz-şefkat içgüdünüzle kendinizi gözlemleme kapasitenizi birleştiren bir bakış açısıdır. Farkındalıksız yaşamlara son vermek çok değerli!

Hakan Günday’ın “Olduğumuz insan yerine olmamız gereken insan olmaya karar verdiğimizde neler olur sorusunu sorduk” söylemi de diziyi tekrar izlenesi kılıyor.

Yalnızlık insan ilişkisiyle tedavi edilemez. Yalnızlık gerçeklikle temas kurarak, kurtarıcıya ihtiyacımız olmadığını anlayarak tedavi edilebilir. Mutluluğumuzun yüzde ellisi genetik olarak, yüzde kırkı iç etkenlerden ve sadece yüzde onu dış etkenlerden (bekar/evli, zengin/fakir buna benzer sosyal etkileri içerir) meydana gelir.

Etkili iyileşme, doğuştan getirdiğimiz potansiyeli bilinçaltımızdan yükseltmekten geçer.

Sadece duygusal gerçekliğe ulaştığımızda yalnızlığımızın buzulları erimeye başlar!

Leave a comment